Değerler Eğitiminde Anahtar Nokta
Meziyet ve beceri seviyesine çıkması ve değer üretir konuma çıkması için yapılması gerekenleri eğitim ve fıtrat gerçekleri ışığında ele alacağız.
Okullarda eğitimin “değer” üretmediğinin ya da son derece yetersiz kaldığının fark edilmesi üzerine alınan tedbirler bir yanlışlıktan dönüleceğine dair işaretler sunmaktadır. Ancak, bu defa karşımıza başka bir yanlış uygulama çıkmaktadır: O da bilgi aktarma-empoze yolu ile (başka yöntem bilmediğimizden) değerleri öğretmeye (kazandırmaya) kalkışıyoruz.
Bütün gelişmelerin önüne set çeken kök probleme bir an evvel ulaşmamız gerekliliği ortaya çıkıyor. Sorunun temelini ortaya koymak durumundayız.
Merak Duygusu ve Öğrenme Gücünün Empozeye Karşı Kırılganlığı
Bilgi yüklemeye dayalı süreçlerin, yani meraksız ve talepsiz öğrenme-öğretme tarzının neden başarısız kaldığı sorusuna bir fıtrat gerçeğinden yola çıkarak soruya cevap verelim.
İnsanlar hayvanlardan farklı olarak “seçme özgürlüğü-irade” ile yaratılmış bulunuyor. İnsanlar bu farklılıklarının değerini takdir etmediğinde bu özelliğini kaybetme riski ile karşı karşıya kalıyorlar. Mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda değilsek, öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyor demektir. Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın birçok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır. Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır ve fıtrata saygısızlıktır. Bu eğitimle aslında bir insan hakkı ihlali ile karşı karşıya kalmaktayız.
Bu saygısızlık nasıl yapılmaktadır? Bu sorunun doğru cevabına ulaşmak için “şartlanmaya dayalı öğrenmenin” iç yüzünü yakından görmek gerekir.
Şartlanmaya Dayalı Öğrenme
Şartlanmaya dayalı öğrenmenin temeli, olaylar ya da şeyler arasında ilişki kurmaya dayanır. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adının öğretildiği ve sonra da kendi geliştirdiğimiz sınavlarla yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüldüğü bu yetiştirilme tarzının esası “şartlı refleks stratejisidir.”[1].
Eğitim adına yapılanları daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakabiliriz. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirip ölçüyoruz. Okullarımızda, eğitim adına yapılanlar, çoğu kere adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan ibarettir.
Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını şöyle anlatabiliriz: Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.
Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.
Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir.
Şartlanma Sürecinin Oluşturduğu Algı Yapısı
Şartlanmaya dayalı eğitimi bir başka açıdan daha irdeleyerek tezimizi güçlendirmek istiyoruz. Ülkemizde hakim eğitim ve öğretim metotlarının donmuş bir zihin yapısı oluşturduğunu, insanı nasıl “tek doğrulu” bir zihin yapısına sahip kıldığını yakından görelim.
Şartlanma süreci, seçici bir algı oluşturmakta; kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre meydana getirmektedir. Bu kendini besleyen bir süreç olarak gelişmektedir. Kişi bu yolda deneyim ve özgüven kazandıkça artık ne denli doğru olursa olsun o kişiye bir şeyler anlatmak güç hale gelir. Kişinin yapıştığı ve odak hale getirdiği iddia, fikir ve anlayışlar, onun hayatının tanımladığı koordinat sistemini oluşturmaya başlar ve kişide zihni esneklik kaybolur. O koordinat sistemi kayarsa kişi çıplak, özgüvensiz, fikirsiz kalacağını düşünür. Bu süreç bir kördüğümü doğurur ve kişi kendi doğrularına sıkı sıkıya sarılmaya başlar [2].
Şartlanma süreci kişide kör inançların ve sabit fikirlerin neşv ü neması için zihni alt yapı oluşturur. Böyle bir süreçte kişi kendisine empoze edilen-dayatılanları anlayamayacağı gibi farkındalık düzeyini de artıramayacaktır. Dahası kişinin fıtratında mevcut “öğrenme gücünün” harekete geçirilmediği bir zeminde, öğrenilenlerin değer halini alması ve içselleşmesi mümkün olmayacaktır.
Evet, öyle bir eğitim süreci düşünelim ki öğrenilenler ferde ilham verecek düzeye çıkmış bulunuyor. Bu takdirde etkisi kalıcı hale gelecek ve öğrenilenlerin şahsiyet oluşumuna bir katkısı olacaktır. Öncelikle zihni fonksiyonlara-anlamaya hitap eden bu süreç kişide sağlam bir tefekkür yapısı oluşturacaktır. İşte zihnen hür hale gelen kişi bu sağlam tefekkür yapısı, sağlam bir bilim ahlakına kavuşur[3]. Çünkü düşünmeyi öğrenmek aslında ferdin tüm kalıp düşüncelerden ve şartlanmalardan kurtuluş anlamı taşır.
“Eğitim ve eğitilme ile gelen ahlaki terakki ancak özgür ve özerk zihinlerin başarabileceği bir iş.” olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Böyle bir eğitim ortamı ve anlayışı oluşturulduğunda kendi varlığına, kendi özgürlük ve özerklik alanı doğrultusunda öğrenmek isteyen insanlar yetişecektir. Edindiği hayat tecrübelerini, kendi bakışı, kendi anlayışı, kendi yorum çabaları içerisinde yoğurmak isteyen insanlar yetiştirilmesi ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir. Sonuçta böyle yetişen insanları başkalarının yönlendirmesi ve hükmetmesi mümkün olmayacaktır. Böylece, tefekkürü meyve veren gerçek eğitimin zihinsel özgürlük kadar gerçek özgürlüğün de teminatı ve anahtarı olduğu açığa çıkmaktadır.
Merak İlmin Hocası, İhtiyaç Terakkinin Üstadı
Uzmanlar, önemli olan öğrenmenin başında öğrenmeye olan talebin ve ihtiyacın oluşturulması olduğunu söyler. “Neden öğreneyim ki?” sorusuna imkan ve fırsat verilmesi gerekliliği üzerinde dururlar. Bunun için eğitimin sınav odaklı değil “ihtiyaç odaklı” olması gerekliliğinden bahsederler. Bunun içindir ki, “Merak ilmin hocası ve ihtiyaç terakkinin üstadı” denilmiştir.
Eğer öğrenme aşamasında olan insanlar öğrenmeye zorlanmışsa, bu zorlama veya korkutma ile sınavları geçmek için gerekli bilgileri ya da ahlaki değerleri öğrenebilir. Öğrettiklerinizi sorduğunuz zaman da karşılığını verebilir. Ancak öğrenci kendi içinden, kendi iç özgürlüğünden kaynaklanan bir çıkışla, edinilmiş bir öğrenmeye ulaşamamaktadır. O öğrenme, kimliğinin bir parçası haline gelmeyince, yaşama-uygulamaya dönüşmemektedir. Zihinde bir yama gibi duracağından ve büyük ihtimalle çok kısa bir süre sonra o bilgi hafızadan uçup gidecektir. Sınıf geçilmiş, sınavlar verilmiş olsa da…
Tekrar edersek, sadece bilgileri ve doğruları öğretmeye (şartlanmaya) dayalı öğretimde insanlar fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini kaybetmektedir. O halde eğitim sürecinde “merak” ve “öğrenme gücü”nün insani en önemli melekeler olduğunu, aynı zamanda bu melekelerin dayatma ve empozeye son derece hassas ve kırılgan bulunduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Tekrar eğitimimizin kök sorununa dönülecek olursa, değerlerimiz arasında yer alan “merak ilmin hocası” ve “ihtiyaç terakkinin üstadı” tespitlerinin önemi irdelenebilir. Bu şöyle de açıklanabilir: Öğrenmede, önce talep ve merak oluşturulmazsa eğitim, tatsız ve bir an önce içinden kurtulması gereken bir “bela” haline gelecektir. Şu halde eğitimde anahtar nokta, öğrenmenin başında öğrenmeye olan talebin oluşturulmasıdır. Yani, “Neden öğreneyim ki?” sorusunu soran bir insana, bunu tartışmaya imkân verilmelidir. Öğrenci, neden öğrenmesi gerektiğini açıklayabilmelidir. Öğrenci, eğitim sürecinin başında öğrenmek istemiyorsa, öğrenmek istememesine saygı gösterilmesi ve öğrenmeye olan kapalılığının ardındaki sebebin araştırılmasıdır.
Sonuç olarak, insanlık cevherinin kendini göstermesi ve insani kimliğin kazanılması hiçbir baskının olmadığı eğitim ortamında mümkün olmaktadır. İnsanın kendi serbest iradesini kullanabildiği bir çevre ve eğitim ortamı ve atmosferidir ki bütün insani değerlerin neşv ü nemasının zeminin ve alt yapısını teşkil eder. İnsanlar ancak kontrol kendi ellerindeyken yani eğitim sürecinin öznesi haline geldiği bir öğrenme ortamında öğrenmeye başlar. Öğreticinin vazifesi ise “öğretmek” değil “akla kapı açarak” ve “rehber” ve “ders arkadaşı” konumunda kalarak “hazmedilmiş bilgiyi” sunmaktır.
[1] Bu konuda detaylı bilgiye ulaşmak için şu kaynaklara müracaat edilebilir:
Bacanlı, Hasan Eğitim Psikolojisi. Birinci basım. İstanbul: Alkım yayınevi, 1998.
Morgan, T. Clifford. Psikolojiye Giriş. Çeviren: Hüsnü Arıcı ve diğerleri. Üçüncü baskı.
Ankara: Meteksan Yayınları, 1986. Diğer kaynaklar için bakınız: http://www.psikoterapistim.org/sosyal_ogrenme_kurami_Albert_Bandura.htm
[2] Ezbere Dayalı Eğitim’in yol açabileceği çeşitli olumsuzluklar için bkz. http://bit.ly/Yrb8WE]. http://www.beyaznokta.org.tr/Ezbersiz_egitim/
[3] https://www.edam.com.tr/kuyeb/pdf/tr/afbf274f1dac546f1efbc453bbf89d1antTAM.pdf